3.12.10

P. için...






Cancağazım P'nin doğumgünü bugün sevgili okur :)
Makus talih, görüşemeyeceğiz bugün onunla...O yüzden bu yazı ve bu müzik benim ona hediyem...

Bak sana kısaca P'yi anlatayım...
P çıtı pıtı, tini mini, tatlı mı tatlı, şirin mi şirin bir hatun. Sanırım  27'sine giriyor bugün.
  • Çok komiktir P. Sıkıntılı bir durumu öyle bir anlatır ki gül gül ölürsün. 
  • Biraz kaygılıdır ama onun kaygılarını dinlemek sıkmaz bunaltmaz beni. Aksine çok yakın hissederim kendimi. 
  • Heyecanlıdır ve sakindir ve konuşkandır ve sessizdir - kutupları yoktur dengededir :))
  • Arkadaşlarını çok  sever, ilişkilerine önem gösterir. 
  • İnce düşüncelidir. 
  • Anlayışlıdır.
  • Tatlıdır.
  • Süprüzlüdür, hiç sıkılmazsın yanında.
  • Son ana bırakır çoğu şeyi, benim gibi :)
  • Mesleğinde çok başarılıdır ayrıca ;)
  • Sesteş Günler'i yakından takip eder, müziklerini çok sever...
Two to Tango albümünü sevmiş, aramış, bulamamış...
Albümün en eğilenceli şarkısı P için çalıyor bugün!

İyi ki varsın! İyi ki çıktın karşıma :)
Seni çooooook seviyoruuumm!!

28.11.10

Hamamböceği



Son dönemde iyi hissediyorum, evet.
Ama bu,
mutlu blog yazımı yazdıktan beş dakika sonra
ters dönen hamamböceğinin çaresizliğini
içimde hissetmeyeceğim anlamına gelmiyor sevgili okur...
Sen de, ben de bunu böyle belleyelim!
Düşmez kalkmaz bir Allah...
Ben de bir iniyorum bir çıkıyorum işte...


Pink Floyd - Ummagumma - Grantchester Meadows

26.11.10

Takip Ediliyorum Sanırım! -Yaşasıınnn :)

Eveeet, bir başka başlıkta işte yine beraberiz sevgili okur!
Öncelikle bu başlığın şarkısını çalmaya başlayalım...




Çok değişik bir şey oluyor son günlerde.
Takip ediliyorum!!!
Evet belki inanmayacaksın ama okurcuğum gerçekten takip ediliyorum!
Peki bu eğlenceli müzik neden?
Çünkü beni gökkuşakları takip ediyor :))
Daha önce de yağmurlu günler oluyordu, hava bir kapanıp bir açılıyordu ama hiç gökkuşağı görmüyordum ben.

Mesela çarşamba sabahı ne oldu anlatayım.
Sabah 6.30'da uyanmama rağmen evden 8 gibi çıkabildim, geç kalmanın eşiğindeydim. "Lütfen trafik açık olsun, lütfen lütfen lütfen" derken ben içimden; o kırmızı mavi ışıkları yanan, radyo keyfimi kabusa döndüren konvoylardan birisinin arkasına düştüm. Bu konvoyların en kötü yanlarından birisi de iki - üç şeridi aynı anda tıkıyor olmaları. Yani ışıklı pavyon arabalarından birisi önde gitse, muhterem kişinin arabası ortada olsa ve arkadan da sinyal ve sinir bozucu araç gelse yetmiyor mu? Böylece tek şeridi doldururlar sadece...

Ama yoook, herkes bu muhterem kişilere zarar vermeye çalıştığı için  (hastalıklı düşünce örneği) sağda ve solda da birer pavyon arabası gidiyor. Böylece en az iki şerit dolmuş oluyor. Ve şeritlerden birisi boş olsa bile konvoy o şeridi tıkıyor. Bu da insanın çileden çıkmasına yetiyor.
O kadar gıcık oluyorum ki bu konvoylara! İçindekine zarar vermeyecekken de veresim geliyor resmen. Eğer o sinyal bozucu, bedduaları da bozmuyorsa yakın zamanda muhteremlerin başlarına bir şey gelebilir... Benden söylemesi!!
Neyse, konumuz bu değildi di mi.. Azıcık anlattım rahatladım...
Çarşamba sabahı ise çok daha mucizevi bir şekilde rahatlamıştım.
Konvoy önde ben arkada giderken İ. Melih'in yaptığı alt geçitlerden birisine girdim. Konvoy ise üstten devam etti. Konvoya yol açmak için polis alt geçitten çıkanları durdurdu. Biraz bekledik alt geçitte, sonra konvoyun uzaklaşmasıyla radyom çalmaya başladı :) sonra trafik açıldı veeee alt geçitten çıkınca ne göreyim! Tam karşımda pırıl pırıl bir gökkuşağı... Çoook güzel görünüyordu!

Perşembe günüyse anaokulunda tam veli görüşmelerini tamamlayıp bir bardak çay almıştım ki birden çok parlak bir gökkuşağı tam pencerenin önünde beliriverdi. Fosforluydu sanki :)


Bu iki şaşırtıcı karşılaşmanın dışında arabada giderken, evde kahvaltı ederken, yolda yürürken tüm hafta boyunca takip etti beni gökkuşakları... Galiba güzel şeyler oluyor, olacak hayatımda ve gökkuşakları mutsuz olmama, moralimi bozmama izin vermiyor. Keyfimi hep yeride tutuyorlar...

Uzun zamandan sonra bir sonbaharda mutluyum yine...
Ohh..
Nazar değmesin, gökkuşakları hep izlesin beni!
Sen de izle beni sevgili okur...
Kal sağlıcakla :)

(Bu arada müzik Two to Tango adlı albümden...)

16.10.10

Yazacak Mutlu Bir Şeyler


Son zamanlarda bir sürü kere bir şeyler yazmak için açtım bloğumu ama beğenmedim yazacaklarımı sevgili okur. Ne yazsaydım?
İki çok sevdiğim insanın başka şehirlere gidişini mi? Yoksa kaybettiklerimi ne kadar özlediğimi mi? Yoksa yoksa, son dönemde edindiğim kaybetme korkularımı mı?
Beğenmedim yazacaklarımı taa ki düne kadar. Önce mutlu bir müzik koyalım, sonra anlatayım..



Bugün ise iki sebebim var yazmak için. İkisi de birbirinden çok keyfimi yerie getiriyor :)

    Birincisiiiiiiii
    Turuncu yani ofisimle ilgili.
    Bir buçuk sene önce S ile kendimize bir merkez kurduk. İkimizin de hayaliydi kendi merkezimizde, kendi danışanlarımızı görmek. Bu güzel hayali, iki dost, gerçekleştirdik, Turuncu'yu doğurduk :)
    Açılışımıza bir sürü arkadaşımız geldi ve güzel saksı çiçekleri, minyatür ağaçlar getirdiler. Açılış gününün sonunda Turuncu bir danışmanlık merkezinden çok, tropik bir ormana benziyordu. Amma velakin okurcuğum, S de ben de başka işlerde full time çalışıyorduk ve Turuncu'ya vakit ayıramıyorduk bir türlü. 2. ayın sonunda iki saksı çiçeğimiz ölmüştü. Zaman içinde üç tanesini daha kaybettik. Çünkü başlarda çok da fazla danışanımız yoktu. Olabildiğince az giderimiz olsun diye bir sekreter de çalıştırmıyorduk.  Biz çalıştığımız için çok gidip gelemiyorduk da. Neyse ki yavaş yavaş işler arttı ve kalan yedi çiçek yaşamını sürdürmeyi başardı. Birisi ise hala bitkisel hayatta :) Nasıl oluyorsa.. :))
    Binbir guclukle istifa ettigimi beni dikkatli takip eden okurlarım bilirler. Bu istifadan sonra Turuncu'ya odaklandım. S maalesef taşındı... O yüzden tek başıma odaklandım. Veeee bir sekreter çalıştıracak parayı kazanmaya başladım. Çok tatlı birisi Turuncu'nun sekreteri. Sahiplendi Turuncu'yu. Bazen benden daha iyi baktığını hissediyorum. Ohh... Çok güzel.
    İşte, sevgili sekreterim bugün ofisimize turuncu bir balık getirmiş cam bir fanusun içerisinde. Masasına koymuş. Gelen her çocuk ilgilendi balığımızla  :)
    Aklıma ölen çiçeklerimiz geldi. O zamanlar çiçekleri yaşatamazken şimdi bir balık yaşıyor ofiste :) Her iş yavaş başlar demişti M zamanında...Gerçekten doğruymuş...
    Huzur veriyor Turuncu'nun hareketlenmesi bana... Bir hayal gerçek oluyor! Ne güzel!

    İkinci konu ise çok tatlı iki insan ve bir olasılık ile ilgili :)
    Biliyorum ki her ikisi de okuyacak bu yazıyı. Ama yazmadan önce müziği değiştiriyorum :)



    Okurcuğum, benim iki arkadaşım var. Biri R biri U. R'yi şans eseri tanıdım. U'yu da onun sayesinde. Sonra onlar erdi muratlarına biz çıktık kerevetlerine... Gerçi düğünlerine gidemedik ama, neyse :)
    İşte bu iki tatlı insanın önce evlerini su bastı sonra da ev sahipleri evi satmaya karar verdi.. Aman ne üzüldüm! Neden üzülmedim okurcuğum, çünkü bizim binada bir sürü kiralık ev var. Onlar da bizim evin manzarasını seviyorlar. Evi de beğeniyorlar. Kirası da onların bütçesine uygun geliyor.
    Belki de taşınırlar :)
    Bu olasılık beni çok çok heyecanlandırıyor. Giden onca insandan sonra evrenin bana bir borcu olduğunu düşünüyorum. Eğer bu borcu R&U'yu bizim binaya taşıyarak ödeyecekse evreni affedebilirim belki. Gidenlerin yeri dolmaz ama bana süper bir kıyak olur bu sevgili evren... Consider this! (Evrenin Türk olmama ihtimaline karşı)

    İşte durumlar böyle...
    Bu gece keyfim yerinde.
    Birazdan B ile blues dinlemeye gideceğiz. İçkiye az ödemek için başladık demlenmeye :)
    Eeee, o paralar kolay kazanılmıyor ama di mi?
    Hadi okurum kal sağlıcakla...
    Şu şarkıyı da dinle öyle git...
    Keyfimiz iyice yerine gelsin!
    The Doors'dan geliyor,
    Güzel gecelerrrr...

    12.8.10

    Babiyya

    Babaannemi kaybettik...
    Çok zor geliyor.
    Sanki tüm çocukluğumu da kaybettim onun gidişiyle.
    Aslında buraya ona dair bildiğim, hatırladığım her şeyi yazmak istiyorum, onun için başladım yazmaya.

    Ama onu ve yokluğunu düşünmek ağır geliyor.

    The child is grown
    The dream is gone
    And I have become comfortably numb

    28.5.10

    Bloğa not

    Tarihe not düşmek istiyordum ama bulunduğum durumda yapabileceğim tek şey bloğa not düşmek...

    Bundan 9 ay önce Domuz gribi diye bir şey vardı hayatımızda. Aşı olsak mı olmasak mı? Ölecek miyiz kalacak mıyız? Hangi ilaç iyi geliyor? WHO ne demiş, kaç puan vermiş...

    O zaman konuşulan üç konudan biriyken şimdi aklımızda bile değil...
    Tuhaf...
    Gündem nasıl da değişip gidiyor...

    25.5.10

    İstifa vs. İstifra

    Çok önemli bir şey oldu okurcuğum, anlatmazsam çatlarım. 

    İstifa ile istifra arasında sadece bir harf olması tesadüf değil bence.
    İstifa etme fikri alkol gibi. Önce böyle bir olasılığın varlığı insanı rahatlatıyor. "Sonuçta burada çalışmayı kendim seçiyorum, istemesem yeni işler ararım" diyor insan. Sonra yavaş yavaş durumun böyle olmadığını görüyor. Gitse gidemiyor, kalsa kalamıyor. İstifa fikri bünyede yeterinden uzun süre kalınca istifraya yol açabiliyor kanımca sevgili okur, aynı alkolün kanda artışı gibi.

    Daha önce de girişimlerim olmuştu ama bir şekilde ikna olup tekrar düşünmeye sevk edilmiştim. Neyi düşüneceksem artık...

    Ben bugün istifa ettim sevgili okur.

    Nasıl hissediyoruuuum?
    Heyecanlıyım galiba...
    Sanki bu güne kadar bir kozadaydım. Ne yaşıyordum, ne de ölüydüm. Ne huzurluydum, ne de korkuyordum. Ama artık kozadan çıktım. Bunun ucunda yükselmek de var batmak da... Başarı da başarısızlık da olası artık...

    Bu kararla yaşamaya, hayata temas etmeye başladım sanırım. Hissetmemektense ağlayacağım, güleceğim, korkacağım, heyecanlanacağım...

    Günün şarkısı Candan'dan gelsin o zaman...

    15.5.10

    Değişim için...

    Değişim değişmemekle başlar diyor Zen.
    Şu anda ne olduğunu ve ne olmadığını, ne yaptığını ve ne yapmadığını, ne istediğini ve ne istemediğini fark edip şu anda kalınca değişim kendiliğinden başlıyormuş meğer.
    Yapmicam, yapmicam, yapmicam diye direnmenin, ayyyy çok istiyorum keşke yapabilsem ama hebele gübele oluyor hiç yapamıyorum demenin, yapmam lazım, gereken, doğru, mantıklı olan bu diye düşünmenin panzehiri buymuş meğer. Biraz da böyle uğraşıp didikleyeyim kendimi... Sonuç iyi oluyorsa haber veririm yine buradan :)

    Son olarak
    Bu sence de heyecan verici değil mi dostum?
    Demek istedim... :)

    11.5.10

    Bahar

    Hosgeldin sevgili okur! Yine bir yenilikle karşındayım! :) Şimdi 3 dakika mola ver. Hem müziği dinle, hem yazımı oku... Okuman bitince de gözlerini kapat hayal kur müzik bitene kadar... Rahatla, sakinleş ve keyiflen...





    Havalar çok sıcak değil. Bir güneş çıkıyor bir yağmur başlıyor. Oh geldi yine bahar! Baharın kararsızlığını seviyorum. Her an her şey olabilirmiş gibi... Dinamik. Mesela yaz öyle değil. Sabah sıcak. Sonra öğlen oluyor - daha sıcak. Akşam oluyor yine sıcak. Gece belki ılık belki uyutmayacak kadar sıcak. Kış da benzer. Ama bahar öyle mi sevgili okur? Sabah serinliği, öğle sıcağı, öğleden sonra yağmuru, akşam esintisi, gece serinliği...

    Ben de bahar gibiyim bu aralar. İçimde, düşüncelerimde, duygularımda bir şeyler harekete geçti. Sanki her şey donmuştu da şimdi erimeye başladı. Bir kaç hafta öncesinde ne kadar durgunsam şimdi de o kadar dinamiğim. Hareketli gibi değil de değişkenim. Değişkenliğim karar vermemi zorlaştırsa da; donmuş düşüncelerle, duygularla, donuk yaşamaktansa "özgürce" fikir, duygu değiştirdiğim bu halimi daha çok seviyorum.

    Bir sarkaç gibi salınır salınır dengeye gelirim sanki böyle olunca.
    Sonra durum değişirse yine salınırım.
    Nasıl öğlen sıcağı akşama kalmıyorsa ben de değişirim.

    15.4.10

    İran Kedisi Oldum Ben!

    Eveeeet, üzerimizdeki depresif toprağı atarak bugüne başlıyoruz güzel okur.
    Bak dün ne olmuştu...

    Dün sabah saatim çaldı, B'nin saati çaldı, ikisi de 10 kere ertelendi ama kalkamadım sevgili okur.  B sordu, "uyanmıyor musun?" diye... Uyanmıştım ammaaaa karanlıklara uyanmıştım, göremiyordum. Çünkü İran Kedisi olmuştum ben artık. Gözlerim onlarınki gibi akmıştı, çapak çapaktı, çipil çipildi. Gözlerimdeki çapakları temizleyince ışığa tekrar kavuştum. Fakat gözlerim kıpkırmızıydı. Şimdi göz damlaları gelsindi, çay banyoları gitsindi, suni göz yaşları fışkırtılsındı gözlere... Zira İran Kedisi olmak zor işti!

    Bugün desen yine aynı sevgili okur. Gerçekleri görmeyeyim diye gözlerimi kapatan çapak perdesine inat damlatıyorum göz damlalarımı! Belki rapor alacağım ve çektiğim tüm bu sıkıntıya değecek :) Belli değil ama henüz. Bloğa koyayım diye gözü akmış İran Kedilerinin fotograflarına baktım... Çok kötü görünüyorlardı. Ben de kendi kedimin resmini koymaya karar verdim okurcuğum... Sağlıcakla kal...

    13.4.10

    Hal ve Gidişim

    Bugün kedi patilerinin karnımı dürtüklemesinden hemen sonra gözlerimi açtım.
    Kolumdaki saate baktım 6.58. 2 dakika sonra saatim çalacak. Tekrar kapadım gözlerimi. Dalarken çaldı saatim. 3 dakika sonra yine çalsın diye erteledim. Sonra tekrar erteledim. Tekrar, tekrar, tekrar... 10 ya da 11 kere. Sonra çıktım yataktan. B uyanmamıştı. Banyodaki işlerimi hallettikten sonra uyanır o. Banyoya girdim, kedi de geldi. Duş almaya karar verdim. Saat 7.30'du, 8'de evden çıktığımda ancak yetişiyordum işe. Duş kararı geç kalmak adına da verdiğim bir karardı yani.

    Çıktım banyodan. Giyindim saçlarımı kuruttum. Dişlerimi fırçaladım. Parfüm sıktım. B'den 5 dakika sonra evden çıkmıştım. 8.22.
    Salı günleri iş yerinde toplantı olur. "Büyük"lerimizin o günkü ruh haline göre 8.30'dan 9.10'a herhangi bir saatte başlayabilir toplantı. Geç kalmamak için 8.25'te hazır ve nazır olmak gerekir. Geç kalmaya karar verdiğim için yolda da hiç acele etmedim. 8.47'de arabamı park etmiştim. Asansör bekledim, yukarı çıktım, odama geldim. Maalesef toplantı başlamamıştı ve geç kalamamıştım. Çayımı aldım, biraz lak lak ettim ve "büyük"lerimiz uygun görünce başladık toplantıya.

    Bu salıları ve cumaları olan toplantılarda hiçbir rolüm yok aslında. Orada bulunmak tek sorumluluğum. Bana bir soru sorulması, yeni bir görev verilmesi olasılığı da yok. Konuyla gerçek anlamda bir ilgim de yok. Ama orada olmam isteniyor diye oradayım işte. Bir asker gibi, sorgulamadan. Sonra toplantı bitti. Kalkıp odalarımıza gittik. Çalıştığım yerde tadilat var. Bir sürü bölüm kapalı bu yüzden. Herkese çalışacak alternatif bir yer bulundu ama bana bulunamadı. Eylülden beri oturuyorum odamda. Oda arkadaşlarım çalışıyor. Bense başka şeyler yapıyorum. "Büyük"lerimiz merak etmiyor pek ne yaptığımı. Salı sabahı orada mıyım? Evet! Peki cuma? Evet! Sorun yok.

    Eylülden önce, tadilata başlamadan önce yani, haziranda mesela ya da geçen nisanda harıl harıl çalışırdım. Sıkılmazdım da pek çalışırken. Ama şimdi işlerimi yapacağım bir yer bulunursa diye korkuyorum resmen. Ne tuhaf (!) ki hevesimi, motivasyonumu kaybettim. Önceden toplantılarda benden istenmeyen şeyleri yapardım. Ya da kendi kendime, ek işler üretirdim, ek çalışmalar yapardım. Artık böylesi bir şey mümkün değil. İçimden gelmiyor ama bunun dışında aklıma bir fikir bile gelmiyor.

    Her sabah gelmeye devam etsem de zihin olarak istifa ettim ben.

    Neyse toplantıdan sonra yerime oturdum. Maillerime baktım. Facebooka baktım. Zaytunga baktım. Biraz kitap okudum. Bir oda arkadaşım "hadi yemeğe" dedi. Yemeğe gittik ve 90 dakika boyunca ne berbat bir yerde çalıştığımızı konuştuk. Sonra odaya geldik. O çalışmaya başladı. Ben de kitabımı okumaya.

    Bazen gerçekten var mıyım diye düşünüyorum...

    15 dakika sonra işten çıkıp görüşme yapmaya gideceğim. Bir işe yarayacağım. Saat 18'de. Uyandıktan 11 saat sonra.

    Peki, bir deyiver bana, ben neden hala buradayım sevgili okur?

    6.4.10

    Tembellik



    Çalışmada tembel, 
    Yaşamada da tembelse o kişi tembeldir
    Değilse iş başkadır.
    Ö. Asaf





    Bir süredir düşünüyorum. Ya ben tembelsem? Ya işimden memnun olmamamın sebebi benim aslında tembel olmamsa? Ya yeryüzünde hiçbir şey yapmamak dışında beni mutlu edecek bir iş yoksa? Paniğe kapılıyorum... 

    Ama sonra diyorum ki "yaşarken de tembel değilim ki canım..."
    Özdemir Asaf'a göre işin başka olduğu kısımdayım. Biraz rahatlıyorum. İnsan hayatının her anında üretken mi olmalı sevgili okur? Biraz zoraki de olsa ben hayır diyorum. Sen de hayır de. Ama sen içten, inanarak de. Bana da sık sık hatırlat, hatta bağıra bağıra hatırlat...
    Gün olur devran döner nasıl olsa...
    Üretmeyişin de tadını çıkarmak istiyorum, öğretebilecek olan beri gelsin sevgili okur!

    1.4.10

    Bal

    Hızımı alamadım sevgili okur ve balayıyla devam etmeye karar verdim yazılarıma. Çünkü büyük ihtimalle hiç gitmediğin ve de hiç duymadığın bir yere gittik biz balayımızda...

    Balayında Taormina'daydık.
    Bilmiyordun di mi orayı? Doğru yalan söyle..
    Ben bilmiyordum böyle bir yerin varlığını. Ta ki annemin bir arkadaşı önerene kadar. Biz B ile bir türlü karar veremiyorduk nereye gideceğimze. Taormina önerisi gelince önce internete girdim ve nerede olduğunu buldum, Sicilya'nın doğusunda, deniz kenarında bir yerdeymiş. Sevdiceğimle fotograflara bakınca ben gitmek istedim, o da peki dedi. Canım, beni hiç kırmaz.


    Biletlerimizi aldık. Yerimizi ayırttık. Baba serisini ve Sicilya ile ilgili bilimum filmi izledik. Gezi kitaplarında Taormina'yı anlatanı bulamadık, Sicilya'yı anlatanı aradık. Onu da bulamayınca İtalya'yı anlatanını aldık, sonra da geri kalanını gezeriz nasılsa dedik :)

    Efendime söyliyeyim, valizleri hazırladık, evlendik, eğlendik ve sıra geldi balayınaaaaaaa. Oh en güzel kısmı...
    Taormina bir dağın eteğine kurulmuş büyük bir tatil kasabası ya da küçük bir tatil şehri. En son 2002'de faaliyet gösteren Etna yanardağına 50, 50 değilse 80 km mesafede. Çok bakımlı bir yer. İnsanların temel geçim kaynağı turizm gibi görünüyor fakat bize geçinmeye ihtiyaçları yokmuş gibi geldi daha çok. Çünkü sabah 10 gibi açılan dükkanlar, kafeler ve restoranlar öğlen 12'de kapanıyor. Evet sevgili okur doğru okudun. Öğlen vakti restoranları kafeleri kapatıyorlar, çünkü 2 saatlik çalışma onları çok yormuş oluyor ve 4'e kadar dinlenmeleri gerekiyor. Turistimiz aç mı kalır diye düşünen yok. İşte böyle zor şartlar altında bir balayı yaptık. Ama neyse ki her gittiğimiz yerde eli darda olan bir restoran ya da kafe sahibi oluyordu da zaafiyet geçirip ölmedik sevgili okur. Bunun yanı sıra para harcamak da oldukça zordu. Çünkü ilk 3 gün (zaten 6 gün kaldık toplamda) dükkanların yaz sezonu olmadığı için kapalı olduğunda karar kılıp alışveriş yapma çabasına girmedik. Meğer sadece dinleniyorlarmış.

    Taormina çok şirin bir yer. Daracık sokakları tertemiz. En fazla iki katlı binalarının mutlaka balkonları var ve balkonlardan sokaklara çiçekler sarkıyor. Eski şehre araç girişi sadece belli saatlerde yapılabiliyor. Dolayısıyla yollarda rahatça yürümek, vitrin bakmak ve açık dükkan bulunabilirse alış veriş yapmak mümkün. Şehir bir yamaca kurulu olduğundan denize arabayla ya da 15 dakika aralarla kalkan ve en fazla 36 kişi taşıyabilen teleferiklerle ulaşılıyor. Onun dışında çoğu otelin de zaten kendi havuzu var. Taormina'da dikkatimi çeken başka bir şey ise sanki yollar genişmiş gibi yol kenarlarına inci gibi dizilen arabalar. Bu arabalar yolu kapatmamak için yandaki binaya teğet park ediliyorlar ve aynalarını kapatıyorlar. Yoksa gerçekten mümkün değil yandan bir aracın daha geçebilmesi. Bazı mimarlarsa bu konuya pratik bir çözüm bulmuşlar: Binalara iki giriş yapıyorlar. Birisi normal giriş. Bu kapı binanın zemin katına açılıyor. Diğer giriş ise damdan :) Kot farkı dolayısıyla üst sokak binanın da üzerinde oluyor. Arabanızla gelince bu girişten geçip arabayı dama park ediyorsunuz ve eve iniyorsunuz! Böylece sokakta park yeri aramak gerekmiyor :) Yaratıcı bir çözüm, ama arabasını mutfağın ortasında bulan olmuş mudur bilmiyorum. Ulaşımla ilgili bir diğer şey de tüm adanın etrafının demiryoluyla çevrelenmiş olmasıydı. O kargacık burgacık arazide bunun başarılmış olması gerçekten mükemmel bir şey, takdir ettim :)

    Genç nüfüs geçim kaygısı ile daha çok İtalya'ya gidiyormuş. O yüzden halk genellikle orta yaşın üstünde (yaşlı demek istemedim). O dik yokuşlara, uzun merdivenlere dizlerinin nasıl dayanığı ise bir muamma.

    Biz oradayken bolca yedik, içtik, gezdik. Öncelikle piza yedik. Efendim, İtalyan pizasının farkı var, bunu buraya yazıyorum işte. Adamlar içine enginar koymuşlar pizanın ve enfes olmuş. Nasıl olmuş bilmiyorum... Pizanın yanında ve de her şeyin yanında şarap içtik. İçimi bu kadar rahat ağızda bu kadar hoş bir burukluk yaratan şarapları Sicilya'da içtim. Peynirlere ve çikolataya değinmeden geçemeyeceğim... Çeşit çeşit ve enfesti hepsi...
    Gezilere gelinceee... İlk durağımız Castel Mola'ydı, şehrin en yüksek yerindeki kale. Güzel manzaralar, temiz hava, Etna'dan tüten dumanı izlemek için harika bir yer. Sessiz ve sakin. Castel Mola kadar yüksekte olmasa da yüksekte olan ve denize daha yakın bir başka turistik yer de Teatro Greco, Yunan döneminden kalan bir amfitiyato. Buranın restorasyonu tamamlanmış ve hala konserler için aktif olarak kullanılıyormuş.
    Sonra Giardini var. O bir sahil kasabası. Taormina'ya otobüsle 10 dakika mesafede. Yürüyüş yapılacak uzun bir sahil yolu var. İsteyenler deniz kenarından da gidebilir. İnsanlar çoğunlukla bisiklet kullanıyor burada. Ama yine de sokakların darlığı ve sokaklarda pek insan görmeyişimiz göz önüne alınırsa çok fazla sayıda araba var. Taormina ve Giardini'nin en güzel tarafı trafik. Koşullar gerçekten çok zor. Fakat kimse kimseye kızmıyor. Herkes birbine yol veriyor. Korna çalan yok... Huzurlu sanki herkesler. Gerçi ben de 12'den 4'e kadar dinlensem ben de huzurlu olurum sanırım.
    Catania ve Siracusa  ise Taormina'nın güneyindeki büyük şehirler. Catania'da Taormina'ya 1 saat uzaklıkta olan bir havaalanı var. Biz de bu havaalanını kullandık. Giardini'nin ve Taormina'nın sakin, hoşgörülü havasını boşuna buralarda aramayın. Buralar büyük şehirlerin kaosunun hakim olduğu yerler. 12'den 4'e kadar siesta da yok buralarda... Velhasıl sevgili okur, biz buraları pek de beğenmedik. Tavsiye etmiyoruz.

    Dikkatimi çeken bir şey de İtalyanların mı Sicilyalıların mı desem bilemedim ama restorasyon anlayışları oldu. Benim bildiğim restorasyon asıl halini koruyarak sağlamlaştırmak falan gibi bir şeydir. Bu arkadaşlar direk betonarmeyle girmişler olaya. Kalelerin, amfitiyatronun pek bir antikliği, eskiliği kalmamış. Anladığım kadarıyla sadece temel plana sadık kalmışlar ki bana göre bu yeniden inşa etmek demek... Yorumu sana burakıyorum sevgili okur.

    Ayrıyetten bu kadar gezdim, hiç görmediysem 40 kilise görmüşümdür ama 1 okula rastlamadım. Hastaneye de rastlamadım işin tuhafı. Gerçi kiliseler de hep boştu. Belki kiliselere rabet fazla olmayınca okul, hastane falan yapmaktan vazgeçmişlerdir dedim kendi kendime. Pek de bir anlam veremedim.

    Tavsiyem gidip gör bir Taormina'yı sevgili okur. Kıştı diye biz Etna'ya çıkamadık. Sen yazın git onu da gör, püskürürse dikkat et yalnız.














    Taormina Messina Kapısı















    Kaldığımız odanın manzarası :)















    Giardini sahili















    Giardini















    Taormina sokakları















    Taormina'nın meydanı, son günümüzde burada bir çift evleniyordu!



















    Taormina - Public Gardens















    Teleferikle inilen sahil















    Bu merdivenler bazı insanların evlerine gidiyor














    Etna Yanardağı 


    8 çizen daracık yollar


    Castel Mola'da bir restoran


     
    Siestası yeni biten bir kedicik


    Siracusa


    "Tarihi" Siracusa Kalesi - Betonarme


    Amfitiyatro - Greco Teatre - Taormina


    Greco Teatre'den Taormina manzarası


    Greco Teatro'dan Taormina'nın kuzeydoğusu

    31.3.10

    2 Ay Önce Neler Oldu?

    Bir milyon yıldır yazmıyor gibiyim bloğuma. Ama neyse ki o kadar olmamış :)
    Neler geçti neler bu arada başımdan, bir bilsen sevgili okur...
    O zaman bir anlatayım da bil.

    En son ödev yazıyordum Geştalt eğitimi için. Sonra o ödevi bitirdim ben. Gerçekten bazı anlarda bitmeyecekmiş gibi geldi. Bir de konu tamamlanmamış işler olunca, "Ahanda tamamamlayamadığım bir iş daha mı olacak yoksa" dedim durdum. Ama teslim saatine dakikalar kala, paartesi gecesinin bir köründe bitirdim ve rahata erdim. Salıdan itibaren süper günler başladı çünkiiiiii izin almıştım evlilik öncesi son hazırlıklarımı tamamlamak için! Bir sürü komik iş taptık annemle, çeyiz yıkadık, ütüledik, daha önceden hiç ihtiyaç duymadığım ama evlenince muhakkak ihtiyaç duyacağım yemek takımları, tencereler, örtüler, çarşaflar, nevresimler, havlular aldık. Daha bir sürü şey aldık büyük ihtimalle ama onları hatırlamıyorum. Sonraki günlerde düğüne kimler geliyor? Salona sığılacak mı? Masa düzenleri nasıl olacak? Kim nerede oturacak gibi soruların cevaplarını aradık iki annem, müstakbel eşim ve ben :) Bir yandan da müzik çalacak grupla ne tür şarkılar istediğimize dair anlaşmaya çalıştık.

    Öyle böyle derkeeeeeen, geldi cuma günü... Cuma günü kına gecem ve jübile yemeğim vardı :) Bütün hengame içinde ben ne kına almıştım ne de kafama örtülecek kırmızı örtüyü :D O sırada süper arkadaşım R imdadıma koştu. Böylece gerçek bir kına gecem oldu. R bir sürü değişik şeyle gelmişti eve. yanar dönerli mendiller mi desem, mumlar mı desem yoksa kına yakılan el için eldivenler mi desem... Amma velakin benim gönlüm kafama örtülen kırmızı örtüde kaldı. Önde ben, arkamda canım arkadaşlarım, kafamda kırmızı örtüm mumlarla başladık yürümeye. Salonun ortasındaki sandalyeye oturdum ve herkes etrafımda dönmeye başladı.
    Yüksek yüksek tepeleeereeeee ev kurmasınlaaaaar
    Aslında birisi bana, "bak P evleniyorsun. Bundan sonra şöyle şöyle sorunlar yaşayabilirsin. Böyle sıkıntıların olabilir. Evlenen üç çiftten biri boşanıyor. Sen de boşanabilirsin" falan gibi şeyler söylese, çoktaaaan ağlayabilirdim ama arkadaşlarımın etrafımda ellerinde mumlarla dönmeleri,  herkesin şarkı söylemesi komik geldi :) Etrafımda dönenlerden ağlayanlar olsa da ben ağlayamadım :)

    Efendim, kınam yakıldı. Canım kuzenim E fıstık kabuklarından çiçek desenli kınalar yaktı ellerime. Sonra da dediler ki "sadece ağlamak olmaz, şimdi de göbek atacağız". Eh hadi bakalım, hamama giren terler diyip başladık göbek atılacak şarkı aramaya. Bulabildiğimiz yegane şarkı Osman Aga oldu ve onda elimizden geldiğince oynadık. Tadını çıkarttık.

    Bir sonraki attraksiyonumuz jübile yemeğiydi. Jübile yemeğinin yıldızı ise S'ciğim.
        
    Bir Rum meyhanesine girdik. Bize ayırlan masaya yöneldik. Zaten iki arkadaşımız orada bizi bekliyordu. Sandalyelerden en ortadaki kocaman tüllerle süslenmişti! Garsonlardan birisi beni oraya oturttu. Sonra S geldi ve bana parlak taşlarla kaplı kırmızı tüllü bir taç taktı :D Sonraaaaaa S bu gece için özel bastırdığı t-shirtleri çıkarttı ortaya :)))))) Bu gece için özel hazırlanmış tokalar, yaka iğneleri de dağıtıldı. Hatıra defteri elden ele gezmeye başladı... O kadar çok mutluydum ki. E bu gece için Bozhöyük'ten; A ise İstanbul'dan kalkıp gelmişti! Rakılar, mezeler, yemekler, müzik ve dostlar... Sonra beni bir konuşma yapma hevesi sardı. Gecenin güzelliği ve de alkolün etkisiyle sanırım söyleyecek çok şeyim olmuştu, çenem düşmüştü. Sonra tekrar S gece için özel hazırladığı  sürprizleri birer birer çıkarmaya başladı çantasından... Kurabiyeler, manidar bir önlük... Ben de önlüğün hakkını verdim ama ;)

    O kadar, o kadar mutluydum ki... O gece kına ve jübile yemeği sonrası "iyi ki evleniyorum yaaa" derken buldum kendimi. Yoksa bu kadar eğlenceyi kaçıracaktım :)

    Tabii ki ertesi gün zor bir gündü. Uyanmak zordu öncelikle, çünkü 4'te ancak eve gelebilmiştim. M ve E "Eve gitmiceeeeem" kaprisim üzerine beni bir kahve içmeye götürmüşlerdi. Canlarım. Ayılmak da zordu, zira gecenin belli bir bölümünü hatırlamıyordum. Hatırladıklarımsa biraz utandırıyordu beni. Şişede durdruğu gibi durmuyor işte meret. Gelinliğimi, annemin elbisesini aldık, yapılacak son işleri hallettik. Artık düğüne hazırdıııııık!

    Bundan 2 ay önce bugün pazara denk geliyordu. Bu saatlerde bir yandan D ile balayı valizimi topluyor bir yandan A ile barkovizyonu tamamlıyorduk! Her şey yolunda gidiyor gibi görünüyordu ama meğer ne çok iş bırakmışım son ana, hiç farkında değildim. Yine de biliyorum ki bloğumun düzenli takipçileri buna şaşırmamışlardır. Eğer onlar olmasaydı sanırım kocaman bir valiz ve evde unuttuğum bir sürü şeyle gidecektim balayına, düğünde ise bir barkovizyon gösterimiz olmayacaktı... Ne kadar teşekkür etsem az...

    Kuaförde "Gelin hanıma bir sade kahveeeeeeeeeee" diyene kadar D'ciğim hiç mi hiç heyecanlı değildim. O an ne yapıyor olduğumu, durumu anladım sanırım ve aldı beni bir heyecan :) Saçlarım ve makyaj ile ilgili her şey istediğim gibiydi... Güzel bir seramoniyle önce kuaförden çıkıp eve gittik sonra da evden düğünün olacağı otele. Fotograf çekimleri sonrasında düğün başladı. Çekimlerden salona çağrılmamıza kadar geçen süre o kadar upuzun geldi ki bana giderek heyecanlandım. Rahat rahat oturup aç kalmamamız için getirilenleri yiyen B'nin rahatlığına şaşıp kaldım... Düğün rüya gibiydi. Başladı ve hemen bitti sanki. İçmeden sarhoş gibiydim. Hiç pistten inmedim, hiç oturmadım. Kucaklaşmalar, duygusal anlar, kahkahalar, gülüşmeler, öpüşmeler, danslar ve tabii ki fotograflar... Düğünün en içimi ısıtan anı halay çektiğimiz zamandı. S'nin ısrarlarına dayanamayan orkestra sonunda çaldı halay müziğini. Benim artık bırakın halay çekmeyi yürüyecek hatta adım atacak halim kalmamıştı. Ama halaya katılmasam hiç olmazdı! Hele de O ve M yollarından dönüp koşarak gelmişlerken. Ben de geçtim halay çekenlerin ortasında kendi kendime yavaş bir halay çekmeye başladım. Uzun kuyruğumdan ve kabarık eteğimden zaten ne yaptığım hiç anlaşılmıyordu. Sonra yanıma kocacığım geldi. Etrafımızda arkadaşlarımız ortalarında biz. Hatırladıkça mutlanıyorum...

    Alnımızın akıyla halayı çektikten sonra, son misafirlerimizle de vedalaştık, son fotografları çektirdik ve en sonunda ayakkabılarımı yollarda bırakarak odamıza ulaştık...

    Her şey çok çok güzeldi...Canım aileme ve dostlarıma çok çok teşekkürler! Çok sevildiğimi bir kez daha hissettirdiniz bana!

    20.1.10

    Şu Anda

    Öncelikle şu anda uyuyor olmayı isterdim.
    Sonralıkla da şunları:
    • Bloğuma komik komik şeyler yazmayı
    • Bloğuma Türkiye'de olan bitenlerle ilgili ciddi şeyler yazmayı
    • Evimi derleyip toplamayı
    • Evimin eksikleri üzerinde uğraşmayı
    • Bir göl kıyısında 2 adım yürüyüp sevgilime sarılmayı
    • Kar yağmasını izlemeyi
    • Kar yağmasını izlerken salep içmeyi
    • Yeni aldığım onyüzbinmilyon kitaptan birisini seçip okumaya başlamayı
    • Film koleksiyonumdan bir film seçip seyretmeyi
    • Bir tane daha seçip seyretmeyi
    • Ve bir tane daha seyretmeyi
    • Uyumayı demiş miydim?
    • Çok güzel bir kahvaltı yapmayı
    • Alışveriş yapmayı
    • Yaz tatilinde olmayı isterdim.

    Amma velakin sevgili Sesteş Günler takipçisi şu an iki ayda bir çektiğim zulmü çekiyorum, bir ödev daha hazırlıyorum. Aslında henüz hazırlıyorum denemez, daha çok hazırlamaya hazırlanıyorum. Başka insanların makalelerini okuyorum. Sonra da onların makalelerinden alıntılar yapıp kendi yazımda bir sentez yapacağımı umuyorum. Bunu bu kadar afilli söylemesem şöyle derdim:
    Hiçbir bilgim ve fikrim olmayan bir konuda yazılan makaleleri okuyup yazanların bilgisini ve fikrini öğreniyorum, anladıklarımı alıntı yaparak kendi yazıma koyuyorum, adı ödev oluyor.
    Neyse, yaptığım şeyin anlamsızlığını daha çok vurgulamamın bir yararı yok. Ödevi yarına teslim etmem gerekiyor. Lütfen sevgili okur lütfen ama... Yine son ana bıraktığımı söylediğini duyuyorum ve "cık cık cık ayıp" diyorum. İnsanın bu kadar da yüzüne vurulmaz ki canım...

    Not: Bu yazıyı Salvador Dali'nin bir fotografıyla yayınlıyorum. Neden derseniz, hata edersiniz. Baştan söyliyeyim. Zira kendimi bıyığına çiçek takmış bir insan gibi hissediyorum tam da şu anda...

    12.1.10

    2010'dan İlk Notlar

    • 2010 başladı. Hiç de başladığı gibi geçmiyor... İlk 3 gün tatildi. Ohh! Ama ayın 4'ünden beri sürekli çalışıyorum! 
    • Bir anaokulunda çalışmaya başladım. Çok zevkli. Henüz hastaneden ayrılmadım. Ama sanırım ayrılınca nasıl bir iş yapmak istediğimi buldum.
    • Çok inandığım bir şey var: Bir şey için ancak çok uğraşırsan sonuç güzel olur. Buna istinaden, Turuncu ile ilgili işlerle çok uğraşmaya başladım. Cumartesileri hatta bazen pazarları bile çalışıyorum. Bazen kendi programımdan bile korkuyorum.

    • Program örneği:
    Bugün salı. Perşembe ve cumartesi Turuncu'da görüşmem var. Pazar Çocuk Kumpanyası'nda ailelere sunumum var, sınırları anlatıyorum. Pazartesi anaokulda velilere sunumum var, çocuk gelişimi anlatıyorum. Çarşamba akşamı gelinlik provam var. Perşembe günü Geştalt ödevinin teslim günü. Cumartesi yine Turuncu'dayım. Ve sonraki hafta evleniyorum! 1 hafta tatil demek bu!
    • 2009'da bir arkadaşımdan (M) esinlenip tüm yıl nelere önem göstermeyi istediğimi yazmıştım. Hatta hepsi için tek tek resimler bulmuştum. O listeye baktım da %75'ini tamamlamışım. %5'i önemini kaybetmiş. %20'si üzerinde hala çalışıyorum. Bunu görmek çok güzel geldi :)
    • 2010 için de bir liste yaptım. 
    • 2010 için yaptığım listede bir madde "Pazar günlerimi planlıyorum". Bu maddeyi çok sevdim, aklıma geldiği için kendimi tebrik ettim :) Amma velakin devamına şunu eklemek isterim: Sonra bazen planlar bozuluyor...
    • Bazen de bozulmuyor tabii :)
    • 19 gün sonra evleniyorum. Dün saate baktığımda 20.30'du. O an farkettim ki 20 gün sonra tam bu saatte belki de gelinliğimle ve müstakbel kocamla tabii, salonda yürüyor olacağım.
    • Bu şekilde aklımdakileri yazmak çok hoşuma gidiyor.
    • Kuzenim hamile. Ve doguma cok az kaldı - 2 ay. Bu kadar büyüdüğümüze inanamıyorum ya :))
    • Dün ilk defa bakla pişirdim. Yemeğin suyunun tadı güzel oldu, kararmadı baklalar. Ama bir türlü pişmediler de... En sonunda kapatıp altını yattım. Sanırım düdüklü tencere şart! :)
    • Evimi özlüyorum bu aralar. Halbu ki dışarılarda çok vakit de geçirmiyorum. Yine de işten çıkışta eve gideceksem çok mutlu oluyorum.
    • Pazar akşamı B ile otururken yılbaşı ağacımızı kaldırmadığımızı ve süsleri toplamadığımızı fark ettim. Sonra B'ye "hadi toplayalım" dedim ve kalkıp topladık! Çok basit oldu gerçekten ve inanamadım., hemen harekete geçebildik! Şimdi salonumuz daha derli toplu görünüyor... 
    • Akşama misafirlerim var. Onlara kek yapmak istiyorum. Ama bir yandan da çok uykum var. Nasıl olacak?

      4.1.10

      Kendiliğinden

      Bir an giremeyeceğim sandım.
      O kadar sıkkın ve bıkkındım ki...
      Üşendim de...
      Ama sonra neyse ki,
      ben de herkes gibi,
      herkesle beraber,
      girdim 2010'a.
      Neyse ki... 
      :)
      2010'da her şey böyle kendiliğinden olsun mu?